
HASAN ÖZTOPRAK
Çocukluğumun Sinemaları
Yer gök sinema: Hey Amigo... Çe Sabata!
Hayatımdaki ilk sinema perdesini illaki Milli Sinema’da görmüş olmalıyım. Milli Sinema, Balat’ta Vodina Caddesi üzerinde, Türk filmleri gösteren oldukça eski bir sinemaydı. 1900’lü yılların başlarında kurulmuş olduğunu bir yerlerde okuduğumu hatırlıyorum. Benim zamanımda Türk filmleri oynatırdı. Ama babam orada, birçok sessiz film seyrettiğini anlatmıştı. Sessiz film oynatıldığı zamanlarda film gösterimi sırasında dökük bir piyanoyla müzik bile yapılırmış. Milli sinema iki katlıydı ve her hafta iki film birden oynatırdı. Üst katta balkon vardı ki ben orada oturduğumu hiç hatırlamıyorum. Alt kat da ortadan bir bölmeyle ikiye ayrılmıştı. Arka tarafa galiba ‘lüks koltuk’ diyorlardı. Hatırladığım kadarıyla bekâr erkekleri oraya almıyorlardı. Ön taraf elli kuruş, arkadaki ‘lüks’ bölüm ise yetmiş beş kuruştu. (Lüks dediğime bakmayın iki tarafın koltukları da tahtadandı. Uzun süre oturduğunuzda kıçınızdan boynunuza kadar ağrımadık yeriniz kalmazdı.) Kapısında “İki film birden-devamlı” yazıyordu. Bu şu demekti: Filmin ortasında ya da sonunda her zaman içeriye girebilirsiniz. Diyelim ki bir filmin ortasında girdiniz, onu ve sonraki filmi seyrettikten sonra ilk filmin seyretmeye başladığınız yere kadarki kısmını izledikten sonra çıkardınız. Bu zorunlu değildi elbette, isterseniz bir biletle akşama kadar sinemada durabilir, filmleri tekrar tekrar izleyebilirdiniz. Biz genellikle böyle yapardık. Sinemaya annemle gelmediysem – bazen annemle geldiğimde bile – ön tarafta oturur, hatta en ön sırada oturur, diyelim vurdulu kırdılı bir Cüneyt Arkın filmiyse onun yaptığı hareketleri arkadaşlarla birbirimize yapardık. Yine bir ayrıntı ama bugünle kıyaslanabilsin diye yazıyorum, benim çocukluğumda sinemalarda sigara içilirdi.* Milli Sinema sonraları ‘lüks’ koltukta sigarayı yasakladıysa da yasağa uyan pek olmazdı. Yer gösterici, aralarda dolaşır, sigara içenleri görünce elindeki feneri yakarak uyarırdı.
Yaz aylarında sinema seçeneklerimiz artardı. Balat Karakolu’nun yüz metre kadar ilerisinde yabancı filmler oynatan yazlık Mehtap Sineması’yla Milli Sinema’nın yüz metre kadar ötesinde, Köprübaşı’nda yerli film oynatan Çiçek Sineması, okullar kapanır kapanmaz perdelerini açarlardı. Çiçek Sineması’na bütün aile hep beraber, bazen birkaç aile birden Mehtap’a ise mahallenin delikanlılarının peşine takılarak giderdim. İlk yabancı filmleri Mehtap’ta izledim, sonradan büyük bir takıntıyla izlediğim ilk kovboy filmlerini de orada gördüm.** Yazlık sinemalarda film izlemek bir şenlik havasında geçerdi. Olimpos ya da Çamlıca marka gazozlarımızı alır, içine beyaz leblebi doldurup içerdik. Bütün bir sinemanın hep beraber yediği çekirdek sesi bizi rahatsız etmezdi. Oynayan bütün filmlerin fon müziğiydi sanki o ses. Hele üç beş aile birlikte gidildiyse, birileri mutlaka zeytinyağlı yaprak dolma yapmış olurdu. Bir başkası sigaraböreği... Karanlıkta elden ele dolaşırdı dolmalar, börekler. Film arasında annemi kandırıp bir de Frigo aldım mıydı, keyfime diyecek olmazdı.
Film bitip de dışarı çıktığımızda hemen oracıkta ezberlediğimiz replikleri birbirimize söyler, mesela Cüneyt Arkın’ın karate numaralarını yapmaya çalışırdık. Birimiz Tarkan, diğerimiz Bizans Prensi olur birbirimize caka satardık. Tabii Tarkan olmak için başta yürütülen mücadele, başlı başına bir film sayılırdı: “Ben Tarkan’ım.” “Neden sen Tarkan’mışsın, asıl Tarkan benim.” “O zaman ben de Camoka’yım.” Kim Camoka olmak ister ki?... “Camoka mı? Hah hah ha... Ben de Atilla’yım...” “Yok ya, Atilla benim bi kere...” Bu tartışma böyle uzar gider, ama Tarkan ilk kapanın elinde kalırdı. O günlük de olsa Tarkan oydu...
Draman’a taşındıktan sonra, Balat’taki sinemalara gitmeye devam ettim ama artık sinema coğrafyam inanılmaz genişlemişti. Karagümrük’te kışlık Aysu Sineması (Karagümrük Kulübü’nün hemen arkasındaydı); sonraları yine Karagümrük’te cadde üstünde Hakan Sineması; Fatih Halıcılar Caddesi’nde yan yana Renk ve Zevk sinemaları (Renk yabancı, Zevk yerli film oynatırdı.); Çarşamba’da İsmail Ağa Camii’nin sokağında yazlık Arda, Yavuz Selim’de yazlık Madalyon; sonraları Vefa Stadı’nın içinde yine yazlık Stat Sineması hatırladıklarımdan bazılarıdır. Eyüp’te de birkaç sinemaya gittiğimi hatırlıyorum ama hiçbirinin adı hafızamda kalmamış.
Yanılmıyorsam on bir on iki yaşlarında ilk kez Beyoğlu’nda bir sinemaya gittim. Adapazarı’nda oturan benden beş yaş büyük teyzemin oğlu Asaf götürmüştü. Hiç unutmuyorum sinemadan içeriye girdiğimde, salonun heybeti karşısında dilim tutulmuştu. Yüksek tavanı, bordo kadife bir perdeyle kapalı devasa sahnesi, oymalı ahşap süslemeleriyle bu sinemaya hayran olmuştum. Emek Sineması’na olan o hayranlığım bugün de ilk günkü gibi sürüyor. Her gidişimde o büyülü salona ilk girdiğim ânı hatırlıyorum. O gün sinemada “Sihirli Kılıç” adında fantastik tarihi bir film oynuyordu. Sanırım bir tür Binbir Gece Masalları uyarlamasıydı. Uçan halılar ve başka birçok sihirli nesnenin olduğunu anımsıyorum. Bu bol görsel efektli rengârenk film adeta bu muhteşem salonla birlikte beni içine almış, o sihirli âleme bir daha çıkmamak üzere girmemi sağlamıştı.
On beş yaşımdan itibaren, Şehzadebaşı’ndaki sinemalara (Güneş, Gündeş, Şehzade, Turan ve Yeni Sinema) gitmeye başladım. Bu sinemalardan bazıları, mesela Turan üç film birden oynatırdı. Aralarında en kalitelisi, benim de
en sık gittiğim Gündeş’ti. Yanılmıyorsam bir tek o vizyon filmleri getirirdi. Ama hâlâ kaliteli filmlerin
ve sinemaların asıl adreslerini bulabilmiş değildim. Neyse ki, Beyazıt’taki Marmara ve özellikle
Çemberlitaş’taki Şafak ve İpek Sinemalarını keşfetmem uzun sürmedi. Aksaray’da da bir iki sinema
vardı ama onlara daha az giderdim. Kristal oradaki sinemaların en kalitelisiydi.
Bu sinemaların çoğunun yerinde şimdi yeller esiyor. Yetmişli yılların sonlarına doğru, bir kısmı
ayakta kalabilmenin yolu olarak yerli porno filmler göstermeye başladı. Şehzadebaşı’ndaki ve
Aksaray’daki sinemalar bu duruma ilk ayak uyduranlar oldu. Yeşilçam da zaten bir süredir
‘normal’ film üretmez olmuştu. Kahvelerin tarandığı, insanların yollarda infaz edildiği,
provokatörlerin cirit attığı bir ortamda halk doğal olarak sinemalardan kaçmıştı. Politik bir
hareketin içinde olsun olmasın herkesi ölüm korkusu sarmıştı o yıllarda. Televizyonun etkisini
de unutmamak gerekir; 70’li yılların ortasından itibaren yaygınlaşan televizyon da insanların
evde kalmasına ve sinemayı unutmasına yardımcı olmuş olmalı. Seyirci sinemayı terk edince
sinema sahipleri için yapacak bir şey kalmamıştı.
Balat’taki Milli Sinema son gördüğümde kötü bir pasaja dönüşmüş. Mehtap Sineması
otopark, Çiçek ise bir han haline gelmiş. Fatih’teki, Karagümrük’teki, Aksaray’daki eski sinema
salonlarının yerinde yeller esiyor. Eskiden gösteri dünyasının merkezlerinden biri olan
Şehzadebaşı’ndaki sinemalardan bazıları seks filmleri furyasında dediğim gibi biraz daha
ayakta kaldılar, sonra hepsi bir bir kapandı. Şehzadebaşı’nın ruhu da ölüp gitti. Güzelim
Marmara Sineması, daha yetmişli yılların sonu gelmeden teslim oldu. Bir tek Çemberlitaş’
takiler yaşamlarını Şafak adı altında birkaç küçük salona bölünerek sürdürdü. İstanbul’un
tamamında bir zamanlar yüzlerce dersek abartmayacağımız yazlık sinemalar çoktan tarih oldu. Şimdi bazı belediyelerin nostaljik yazlık sinema haftaları düzenlemesi bunu kanıtlıyor. İstanbul’da – hatta Türkiye’nin birçok ilinde – neredeyse Beyoğlu dışında sinemalar alışveriş merkezlerine hapsedildi. Sinemaya gitmek artık bir cümbüş değil, alışverişin bir parçası.
* Yalnızca sinemalarda mı? Şehirlerarası otobüslerde de yakın zamana kadar sigara içiliyordu. Bunu benim yaşımın yarısında olan gençler bile hatırlıyordur. Ama şehir içi belediye otobüslerinde, tramvaylarda sigara içildiğini söylesem ne dersiniz. Dolmuş taksilerde, ayakta bile zor durduğumuz minibüslerde de sigara içilirdi. Şimdi aklımızdan bile geçmez ama trenlerde, hastane koridorlarında, her türlü bekleme salonunda, üniversitelerdeki dersliklerde... kısacası hayatın her alanında sigara vardı.
** Burada, Western Sineması’nın unutulmazları arasında yer alan başrollerinde Lee Van Cleef ve Yul Brynner’in oynadığı Sabata üçlemesini, Clint Eastwood’un oynadığı Sergio Leone’nin Bir Avuç Dolar, Birkaç Dolar İçin, İyi Kötü ve Çirkin gibi klasiklerini ve İtalyan oyuncu Giuliano Gemma’yı (Ringo, Bir Gümüş Dolar), Başrollerinde Grace Kelly ve Gary Cooper’ın oynadığı Zinneman’ın Kahraman Şerif’ini ve sinemanın gelmiş geçmiş en ünlü kovboyu John Wayne’ın Dean Martin’le oynadığı Rio Bravo ve onun tekrar çekimi olan El Dorado ve Alamo filmlerini anmadan geçemeyeceğim.



