top of page
Aşk Üzerine Savruk Düşünceler 

 

Kültürel bir olgu olarak aşk

 

Her şeyden önce aşk üzerine fikir yürütmenin bir hayli zor olduğunu belirtmek lazım. Aşkın bir tarifini yapabilir miyiz gerçekten? Usta bir şair ne kadar şair varsa o kadar da şiir tanımı vardır demişti. Tıpkı aşk gibi diye de eklemişti. Yıldırım Türker de, “Her aşk, göze aldıklarının toplamıdır,” demiş.[1] Bu yüzden ‘aşk yaşamı’ nedir acaba? Salt iki kişinin - hele ki sadece karşı cinsten iki kişinin - birbirini sevmesine, hadi cinselliği de katalım, indirgenebilir mi? Bizim dilimiz sevgiyle aşkı ayırmış; bir de sevda diye farklı bir sözcük daha uydurmuş; bu sevdanın başına da bazen kara sözcüğü geliyor. Aşk bu mu acaba: Kara sevda?... Aşkın yanına pek çok farklı ama hepsi de aşkı çağrıştıran kavramları ekleyelim: tutku, şehvet, haz, ayrılık, kavuşma/kavuşamama, baştan çıkarma, flört, seks ve bağımlılık ve hatta şefkat… bu kelimelerin her biriyle bir başka aşk tanımı yapmak mümkün. Demem o ki: biz burada ne kadar yazarsak yazalım aslında aşkı yazamamış olacağız.

Çocukluktan başladığımızda başlı başına bir sorunla, Freud’a rağmen çözülememiş bir sorunla başlamış oluruz. Freudyen bakış açısıyla bakarsak bebekliğe ve libido kavramına dönmeliyiz. Freud, “Eğer küçük bir çocuk konuşabilseydi kuşkusuz annesinin memesini emme eyleminin büyük bir farkla yaşamındaki en önemli şey olduğunu söylerdi,” diyor.[2] Freud’a göre, çocuk tek harekette iki açlığını (libido ve beslenme) da gideriyor. Buradan - yani Freud’un yolundan - Odipal sevgiye girersek, bunun tam da içinden çıkılmaz bir karmaşaya yol açacağını unutmamak lazım. Zira Ödipal kompleks, yani erkek çocuğunun babayla rekabeti aşkla ilgili ilk yenilgisinin de adıdır. Erkek aşka yenilgiyle başlar. Pek çok yazar, filozof aşk duygusunun erkeğe ait bir duygu olduğunu söyler, bazıları söylemese de, anlatılarında âşık olan öznenin erkek, olunanın da kadın olduğu apaçık görülür. İçeriğinde kurgusal olmadığı savlanan, bir Fransız rahibenin yazdığı bir dizi aşk mektubundan ibaret bir yapıt olan “Portekiz Mektupları” onlarca yıl tartışılmış ve kimileri tarafından (sözgelimi Rousseau) böylesine tutku dolu mektupların bir kadın tarafından yazılamayacağı sonucuna varılmıştır. Gerçi pratik bunu ne kadar doğrular? Zira aşkın ne olduğu bulunamadıysa onun erkeğe ya da kadına ait olup olmadığı da bilinemez.

 

Çok zaman önce televizyon kanallarından birinde aşk üzerine uzun bir tartışma yapılmıştı. Orada konuşanlardan, şimdi adını anımsayamadığım biri, aşkın doğal bir refleksten ziyade bir tür kültürel kodlama olduğunu söylemiş, aralarında yazar ve bazı sanatçıların da bulunduğu çoğunluk onun bu saptamasına karşı çıkmıştı. Oysa o konuşmacı haklıydı. İnsan ister istemez ‘aşk’ gibi hayatımızın en merkezi yerinde duran, başta edebiyat olmak üzere bütün sanat eserlerinin en yaygın teması olan, uğruna hasta olunan, hapis yatılan ve hatta can verilen ve bir tür kutsaliyetle donatılmış böylesi bir duygulanım halinin sonradan edinilmiş kültürel bir olgu olmasını kabullenemiyor. Aşk duygusunun insanda varoluşsal bir edim olmadığını kabullenmek lazım. Zira yaşamsal olan aşk değil cinselliktir. Ama antropologlar, haklı olarak insan cinselliğinin hayvan cinselliği ile hiç de benzeşmediğini savunur. Zira hayvan cinselliği üremeye dönüktür, insan cinselliğinde ise haz üremeden önde gelir. Bu konuda Freud, ileri giderek cinsellikle üremeyi bir birine karıştırmanın hata olduğunu söylemiştir.[3] Günümüzün sperm bankaları, taşıyıcı annelik ve tüp bebekleri Freud’un bu önermesini tamamıyla kanıtlıyor. François de La Rochefoucauld da özdeyişlerinden birinde, “Başkalarından duymasaydık âşık olmazdık,” diyor. Buradan aşkın doğal ya da tanrısal bir şey olmadığını çıkarabiliriz. İlerde değineceğimiz gibi aşkın bir şekilde Tanrı’ya yönelmiş olması bu gerçeği değiştirmez ve hatta tam da bunu kanıtlar.

 

Ölümün nesnesi olarak aşk

 

Ölüm, bütün canlılar için kaçınılmazdır, ama belirli bir yaşam süresinden sonra da ihtiyaçtır. Ölüm insanoğlunun nihai eşitlik alanıdır, yoksul ya da varlıklı, bilgili ya da cahil ayrımı yapmaz. Ölüm giden için değil kalan için anlamlı bir sonuç doğurur, burada da yine nihai bir ayrılık vardır, kalan açısından. O yüzden buna gidenin üzerinden kalanın ölümü de diyebiliriz. Aşk ve ölüme kültürel olanla doğal olanın bir tür çekişmesi de diyebiliriz. Aşkı cinselliğin içinde görüyorsak şayet, “Evrimsel gelişmeye ödediğimiz iki bedel,”[4] olarak da tanımlayabiliriz. Ne olursa olsun, aşkın ve ölümün iki ayrılmaz kavram olduğunu; sanatın, edebiyatın ve şiirin özünü ve belki de var oluş sebebini oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. ‘Ölesiye sevmek’ (İng. Love somebody to death) deyimi ölümü sevginin içine katıyor, sevgililer ise bir birlerine ‘ölüm bizi ayırana dek’ derler, oysa ölüm ayırsa da son tahlilde birleştirir: Kerem ile Aslı birlikte tutuşarak aslında ölümde birleşirler, Ferhat ile Şirin’de birbirlerinin acısına dayanamayıp öldüklerinde yan yana gömülürler, her yaz Ferhat’ın mezarında kırmızı güller, Şirin’in mezarında beyaz güller açar, mezarlarının arasında çıkan çalılar birleşmelerini mi simgeler yoksa birleşmelerine engel midir bilinmez ama Kelt destanında Tristan ve İsolde mezarlarında bir böğürtlen dalıyla birleşirler. Ve bilindiği gibi Romeo ve Juliet de ölümle kavuşur.

Buradan mutluluk ve aşka gelirsek yeniden bir efsaneye bakmak gerekir, çoğunun tersine Yusuf ve Züleyha pek çok acı çektikten sonra bu dünyada birleşmişler ve mutlu olmuşlardır. (Olmuşlar mıdır?) Şairin söylediğine gelirsek, dünya pislik içindeyken, ‘mutlu aşk yoktur’, tıpkı ‘Austwich’ten sonra şiir yazmanın mümkün olmadığı,’ gibi…

 

Bir diğerinin tamamlayıcısı olarak aşk

 

Soruyu baştan doğru sormak lazım: söylen olarak değil ama fenomen olarak öznesinden bağımsız, orada bir yerde bir aşk duygusu olabilir mi? Belki de vardır ama yine de onun hakkında konuşuyor olmak için ete kemiğe bürünmesi gerekir. Platon’a göre, her birimiz bir başkasının tamamlayıcı parçasıyız ve hep o parçamızı arar dururuz.[5] Bulduğumuzda da, “sevgi duygusuyla vurulmuşa döner, bir an için bile ondan ayrılmak istemeyiz.”[6] Platon onları böyle birleştiren şeyin sadece cinsel arzu olmadığını söyler ve onların karşılarına demircilerin tanrısı Hephaistos’u çıkartır ve Hephaistos onlara sorar, “Ey insanlar! Bir biriniz için dilediğiniz nedir?” Sevgililer yanıt vermez, o zaman onlara, ister misiniz, der, sizi bir arda eriteyim, körüklüye körüklüye kaynatayım sizi bir birinize, ikiyken bir olun? Platon sorar, “Hangi sevgililer bunu duyar da hayır der?”[7] Şimdi ben sorayım, “Aşk iki kişilik midir tek kişilik mi?”

Benim bakış açımla bakarsanız kategorize edemediğiniz aşk, aynı zamanda kültürel bir oluş olduğuna göre onu hem kurgulayabilir ve hem de o kurgunun esiri olabilirsiniz -ki bu da size doğallıkmış gibi gelir. Aşk aynı zamanda öğrenilebilir bir şey de olabilir, o halde öğretilebilir bir şeydir de. Size kalmış, isterseniz onu tek taraflı yaşayabilirsiniz, ‘mış’ gibi yapabilirsiniz ya da “o”nun ‘âşık’ olduğunu varsayıp buna inanabilir ve belki bundan haz da duyabilirsiniz. Ama diğer parçanızı bulduğunuzda tek şey istersiniz: onda erimek. Bu da ne iki eder ne de birdir…

 

Cinsel bir saplantı olarak aşk

 

Aşırı erotizm olarak pornografi cinselliğe dahildir ve kültürel bir fenomen olarak hayatın içindedir. Cinselliği aşka dair ya da aşkı cinselliğe dair görmekle alakalı her şey! Cinsellik aşka dair diyorsanız şayet, antropolojik bir değerlendirme yapıyorsunuz demektir ve bu erotizme girer, tersiyse yani aşkı cinselliğe dair görmekse pornografidir yani aşırıya kaçar. Aşk her şeyden çok sanatın, demek edebiyatın meselesi olduğuna göre ve en ideal, en aşırı, en gerçeküstü aşkları burada bulabileceğimize göre aşka dair olsa da olmasa da cinsellik de sanatın içindedir ve her zaman pornografiktir ve bu asıl olarak bir biçim sorunudur, meselenin özü değildir. Çoğunca beden tutkusu aşkla karıştırılır ama aşk da beden tutkusu olmadan eksiktir. Mükemmel bir birlikse, tensel ve tinsel aşkın, tıpkı iki aşığın bir bedende erimesi gibi iç içe geçmesidir.

Cinsellik ve aşkın aynı şey demek olmadığını her insan kendi deneyiminden bilir. Buna ahlaksal bir karşılık bulma girişimleri ise boştur. Daha önce söylemiştik, insan cinselliği üreme değil haz üzerine kurulmuştur ve sonuç hep aynıdır: cinsel ilişki (patolojik durumlar hariç) sizi hayal kırıklığına uğratmaz. Oysa başlangıçta bir haz arayışı olarak aşk her zaman farklı yollara sapar, ummadık yerde ayak değiştirir ve bazen sizi geride bırakır ve sonra karanlıklar içinde kaybolup gidebilir. Sizin, aynı karanlığa girmenizse sonunuzdur. Werther’i unutmayın: aşk çepeçevre onu esir aldığında karanlık içinde erimeye hiç de hazır değildi; sonra aşk onu ardında acıyı bırakarak terk etti: yapacak tek şey kalmıştı karanlıkla acılarını dindirmek.

 
Kusursuz (Ya da Kusurlu) bir fenomen olarak aşk

 

Aşkın bir kusursuzluk paradigması üzerine kurulu olduğunu düşünürseniz ve Leibniz’in dediği gibi bir şeyi kusursuzluklarını gördükçe seviyorsak,[8] ilahi aşkın (aşk-ı ilahi) tam da bu kusursuzluğu arama yolunda ortaya çıktığını düşünüyorum. İslam tasavvufunun, özellikle de Anadolu düşüncesinin temel özelliklerinden biri olan ilahi aşk, “vahdet-i vücud” felsefesiyle anlamını bulur, zira bütün canlılar tek bir gerçek ve tek bir vücutta birleştiğinde ve onun da timsali Tanrı olduğunda artık bizim sevgiliye duyduğumuz sevgi de bir tür ilahi sevgi haline gelir. Yunus’un da dediği gibi:

“Dost aşkından âlem oldu

Her bir âşık ondan oldu.”

Victor Hugo da şaşırtıcı bir şekilde Sefiller de, “Evrenin tek bir varlığa indirgenmesi, tek bir varlığın Tanrı’ya ulaşana dek genleşmesi, aşk budur işte,” der ve ekler, “Ah! Nasıl da doğrudur sevgilinin Tanrı’ya dönüştüğü.”

Sevgiliyi sıradan insandan ayıran ona atfettiğimiz bu kusursuzluk halidir ve onda Tanrı’yı aramamızın nedeni de kusursuzluktur. Zira kendimizden biliriz ki insan kusurludur. Aşk ortadan kalktığında bunu ancak fark ederiz: güzel, çirkin; iyi, kötü; melek aniden şeytan oluverir. İmkânsız Aşk’ta S., Elda’dan ayrıldıktan aylar sonra karşılaştıklarında şöyle der: “Yüzünün erkeksi yapısını o anda fark ettim. Derin alın çizgilerini, kalın kaşlarını, kara iri gözlerini, suratının kara sarı rengini…” Marcel Proust da, Swann’ın Bir Aşkı’nda, “en büyük aşkımı yaşadığım kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer,” der.

Bir de takıntılı aşktan, bir hastalık hali olarak aşktan bahsedilir. Burada kadın ya da erkek, âşık olunan nesne olmaktan çıkmış bir imgeye dönüşmüştür; aslında o kadına, o erkeğe değil ondan kendi hayal gücümüzle yarattığımız imgeye âşığızdır. Bu durumda ‘olağan aşka özgü’ cinsellik, haz ve arzu devreden çıkar, gizemli yeni bir duygu durumu ve kendine özgü bir ahlakçılık devreye girer. Özetlersek, bu patolojik durum kendi hiçliğimizi başka bir hiçlik içinde yok etme eğilimidir. Aslında hiçliğin içinde aşk da kaybolmuştur. Belki de “aşk” köken olarak bu patolojik duruma bağlıdır ve bizim bugün aşk dediğimiz şey uygarlığımızın bu patolojik olanı ehlileştirdiği/evcileştirdiği şeydir.

Felix, büyük bir aşkla ve karşılık beklemeden bağlandığı Henriette’e, onun bu bağlılığı yanlış yorumladığını ve istediği şeyin sadece dostluk olduğunu işitince şöyle der:

“İçimde binlerce ıstırap büyütecek olan bu anlaşmayı kabul ediyorum. Hiçbir art düşünce beslemeksizin kendimi size adıyorum, siz nasıl isterseniz öyle olacağım.” (Balzak, Vadideki Zambak)

Âşık, hep vermek ister, âşık olduğu kişi için her şeyi, ölümü bile göze alır. Kendi acılar içinde kıvransa da karşısındakinin iyiliğini ister. Özünde bencil olan ve vermekten çok almayı seven insanı kendinden vazgeçirten bu duyguyu bazı yazarlar yine ilahi aşka bağlarlar. Zira verici aşk güvene dayanıyorsa, mutlak güven de yalnızca Tanrı’da vardır. Spinoza, bunu doğa aşkıyla aynı sayar; ona göre Tanrı doğadır. Mükemmel olana güveniriz ve ona ebedi olarak bağlanırız, onun için ölmemiz aşkımızın en dorukta karşılık bulması, onunla hemhal olmamızdır.

 

Bazıları eşcinsel aşkı aşk olarak görmüyor, homofobikleri bir yana bırakıyorum; eşcinsel aşka olumsuzluk yükleyenler,  Platon’un aşk dediğinde erkeğin erkeğe duygusundan ve onda kusur gördükten sonra kadına yönelmesinden söz ettiğini unutuyorlar. Romantik aşkın kökeninde de bu Plâtoncu aşk vardır. Neden olmasın, bugün artık, ehlileşmemiş ve kelimenin gerçek anlamıyla romantik ve kusursuz tek aşk belki de eşcinsel aşktır.

 

Sonuç olarak

 

“Hayır, kendimi kandırmıyorum! Siyah gözlerinde bana ve kaderime olan sempatiyi görebiliyorum!  (…) O beni seviyor!

Beni seviyor! Bu bana, kendimi ne kadar da değerli hissettiriyor; beni sevdiği için kendime nasıl da tapıyorum!

Bu nedir? Burnu büyüklük mü? Yoksa gerçek bir ilişkinin hissi mi? Yine de bütün onur ve saygınlığı yok olmuş ve adeta kılıcı elinden alınmış bir kahraman gibiyim.”

Werther, kendisini – kendi eliyle – ölüme götürecek büyük aşkı bulmuştu, ama bu karşılığı olmayan aşktı, Werther bu aşkın karşılıksız olduğunu biliyordu, bunun için pek çok maddi kanıt vardı. O bunları görmek yerine sevdiği kadının gözlerindeki nedeni muğlâk sempatiye dayandı ve onu, peşinden sürükleneceği bir kanıyla güçlendirdi: O beni seviyor.

Böyle olmasaydı Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları”nı yazması için bir neden olmazdı.

 

 

[1] Cogito, Aşk özel sayısı, s. 62

 

[2] Freud, Ruh Çözümlemesine Giriş Konferansları, Çev. Emre - Ayşen Kapkın, Payel Yay. İstanbul, 1998. S. 313.

 

[3] Freud, AGE, s. 310

 

[4] Ruffie Jacques, Cinsellik ve Ölüm, Çev. Nermin Acar, Sarmal Yay. İstanbul, 1999.

 

[5] Platon, Şölen, 191e, Çev. A. Erhat, S. Eyuboğlu, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1995. S. 42

 

[6] Platon, AGE, s. 43

 

[7] Platon, AGE, s. 44

 

[8] Aktaran, Eric Blondel, Aşk, YKY, s. 24

 

  • w-facebook
  • Google+ App Icon
  • LinkedIn App Icon
  • Twitter Clean
  • w-youtube
bottom of page